Geyve’de Kış’ın Adı

Fatma Dişli kimdir? 1972 yılında Sakarya ili, Geyve ilçesi, Alifuatpaşa kasabasında doğmuştur. Cumhuriyet ilkokulu ve ardından Alifuatpaşa ortaokuluna gitmiştir. İstanbul’da Çamlıca kız lisesi, sonrasında İstanbul üniversitesi, İngilizce İşletme fakültesini bitirmiştir. 2013 yılında İngilizce işletme yüksek lisansı yapmıştır. Halen İstanbul’da, Hazar Eğitim kültür ve Dayanışma Derneğinde gönüllü olarak,sosyal sorumluluk faaliyetlerinde çalışmaktadır. İki kız çocuğu annesidir. e-mail:[email protected]

    GEYVE’DE KIŞ’IN ADI

    10896949_10204039064151815_3643673043646307630_nGeyve’de kış, evlerin saçaklarından sarkan otuz, kırk santim uzunluğundaki kalın buz sarkıtlarının adıydı eskiden. Sıra sıra dizilmiş, celladın kılıcı gibi keskin ve tehlikeli ama bir o kadar da bakmaya doyulmaz sarkıtlar. Güneş vurduğunda muhteşem bir gerdanlık gibi ışıldayan buzdan kristaller. Uzun, upuzun kış günleri pencerenin kenarında oturur, saymaya çalışırdım onları. O kadar çoktular ki, say say bitmezdi.

    Geyve’de kış öyle böyle değildi eskiden. Karakış’la Zemheri’nin birbiriyle aşık attığı zamanlar… Sen mi yaman ben mi yaman dediği… “Saçakların altından sakın geçme” diye uyarırdı büyükler, olur da buz sarkıtları kafamıza düşer diye. Allah muhafaza! O zamanın çocukları olan bizler, farklısını bilmediğimiz için gözümüzde kışı büyütmezdik. Büyükşehir çocuklarının kar yağsa da tatil olsa diye dört gözle beklediği gibi beklemezdik kışı ve karı. Tatil mi? Ne tatili? Yağan yağmur neyse, yağan kar da oydu bizim oralarda. Birinin adı sonbahardı, birinin ki kış, hepsi bu…

    Kışın üşüyen çocukları ne mutlu ederdi biliyor musunuz? Okula gidip de sınıfa girince, öğretmenin gürül gürül yaktığı sobanın ateşi… Hemen etrafına dizilirdik, öğretmenimiz sobaya odun atınca ateşin dansını seyrederdik zevkle. Kapaktan dışarı taşardı kızıl ateşler, çıtırtısı kulaklarımda hala. Isındıktan sonra bir de uyku basardı ki bizi, bu kısmı öğretmenimizin hiç hoşuna gitmezdi, haklı olarak.

    Sınıfta her gün sobadan sorumlu bir öğrenci olurdu. Yok, yok, yanlış anlamayın sakın… Sobaya odun atmak öğretmenin sorumluluğuydu, öğrencinin sorumluluğu ise köz sönmeden haber verip, tekrar öğretmenin sobaya odun atmasıydı… Kolay mı, basit mi sandınız sönen sobayı tekrar yakmayı, o sırada dersin aksamasını, çocukların üşümesini… Hepsini hesap ederdi öğretmenimiz. Eli öpülesi öğretmenlerimiz…

    Hava buz gibiymiş, kar yağıyormuş, hiç biri engel değildi teneffüse çıkmamıza. Nefesimiz soğuktan kesilene, boğazımızda yakıcı bir acı hissedene kadar karla oynardık. Parmak uçlarımızı hissedemeyince, annesinin sütüne koşan yeni doğmuş kuzu misali sobanın etrafına üşüşürdük. Öğretmenimizin “Hasta olacaksınız, dikkatli olun.” uyarıları çocuk kulaklarımızın birinden girer, diğerinden çıkardı. Hasta olur muyduk? Elbet, elbet ama hasta olmasın diye sokağa salınmayan şehir çocukları kadar değil… Kırk yılda bir… Soğuğa karşı aşılanıyorduk sanırım, Geyve’nin amansız kışında…

    Malum, seksenli yıllar… Bazı zamanlar, okulda odun olmazdı ve her birimiz sırayla evimizden odun taşırdık sınıfa. Bir günlük odun ihtiyacını karşılardık sınıfımızın. Okulunuz eviniz gibi olursa, evinizin odunluğundan okula odun taşımak sıradan bir aktivite olur sizin için. Gözünüzün önüne getirin ne olur? Sırtında çantası, soğuktan burnu akan ama kucağında odun taşıdığı için, eli kolu dolu olduğu için burnunu silemeyen, küçük bir köy çocuğunu… Bundan daha güzel, daha iç ısıtan bir resim olabilir mi? Al yanaklı, güzel yüzlü, kar taneleri gibi tertemiz, saf köy çocukları… Canım çocuklar…

    Alifuatpaşa’nın dört bir tarafından karlara bata çıka öğrenciler okula gelirdi. Herkesin ayağında kaliteli, içi yumuşacık, sıcacık çizmeler mi vardı sanıyorsunuz? Nerede? Çizmesi su çeker, çorapları ıslanır çoğu öğrencinin de sobada kuruturdu okula varınca. Buz kesmiş, pembe pembe olmuş ayak parmaklarını o zaman görürdünüz, yanakları da soğuktan al al olmuş sınıf arkadaşınızın. Mutsuz muydu o çocuklar? Asla! Herkesin paylaştığı, çoğunluğun ortak yaşadığı tecrübeye mutsuzluk denir mi hiç! Çocukluk onun adı, oyun onun adı, mutluluk onun adı…

    Şimdi, kısa mesafede bile çocuklar servise verilince, başına kar taneleri düşmeyen çocuklara üzülüyorum doğrusu. Çocukluğun tacıdır, başa yağan kar taneleri. Yüzünüze değen, dilinizin ucuna bile gelen ve tadına baktığınız tertemiz kar taneleri… Topraktan önce siz bakarsınız tadına, ne müthiş bir olay, yaşayanlar bilir. Yere değmeden size değer kar taneleri, sizle selamlaşır, sizi kucaklar. Ah, ne güzel bir histir o… Yılın ilk karının tadına bakan çocuk, artık vazgeçer mi o tattan, soğuk ona işler mi hiç!

    Sıcaklıktı Geyve’de kışın adı o zamanlar. Arkadaşlarınızla beraber etrafında halka olduğunuz sınıf sobasının sıcaklığı, okulda yeni bilgiler öğrenmenin, okumanın zevkine varmanın sıcaklığı, dahası öğretmeninizin sesinin sıcaklığı… Bata çıka yürüdüğünüz, paçalarınızın devamlı ıslak olduğu, bazen kayarak düştüğünüz yolların, toprağınızın, memleketinizin sıcaklığı… İşte, sıcaklıktı kışın adı o yıllar… Ne Zemheri ne Karakış… Yoksa siz soğuktan dert yanacağımı mı sandınız, Geyve’nin kışı deyince… Hay Allah!

    FATMA BAL

    Yayınlama: 07.01.2016
    Düzenleme: 11.01.2016 21:23
    936
    A+
    A-
    Bir Yorum Yazın

    Ziyaretçi Yorumları - 1 Yorum
    1. FATMA HANIM, YİNE HARİKA BİR YAZI OKUTTUNUZ VE YILLAR,YILLAR ÖNCESİNE, ALTMIŞLARIN İKİNCİ YARISINA GÖTÜRDÜNÜZ BENİ VE BURNUMUN DİREĞİ SIZLADI İNANIN AMA BİR CÜMLE ÖYLE VURDU Kİ… “OKULUNUZ EVİNİZ GİBİ OLURSA… ” GALİBA EĞİTİMİMİZİN BUGÜNKÜ HALİNİN TEMELİ DE BU CÜMLEDE SAKLI. KEŞKE DİYORUM, KEŞKE. YİNE ÖYLE GÖREBİLSEK OKULU. KALEMİNİZİ TEKRAR TEKRAR KUTLUYORUM.