Fatma Bal yazılarıyla Geyvemedya’da

Fatma Dişli kimdir? 1972 yılında Sakarya ili, Geyve ilçesi, Alifuatpaşa kasabasında doğmuştur. Cumhuriyet ilkokulu ve ardından Alifuatpaşa ortaokuluna gitmiştir. İstanbul’da Çamlıca kız lisesi, sonrasında İstanbul üniversitesi, İngilizce İşletme fakültesini bitirmiştir. 2013 yılında İngilizce işletme yüksek lisansı yapmıştır. Halen İstanbul’da, Hazar Eğitim kültür ve Dayanışma Derneğinde gönüllü olarak,sosyal sorumluluk faaliyetlerinde çalışmaktadır. İki kız çocuğu annesidir. e-mail:[email protected]

    Fatma Bal yazılarıyla Geyvemedya’da

    fatma-bal-kose-yazari-geyve- (2)

    Fatma Bal yazılarıyla Geyvemedya’da

    Kendisi Geyveli olup, doğduğu, büyüdüğü toprakları uzaktan sitemiz ile takip eden Fatma Bal yazılarıyla sitemizde olacak.

    Fatma Bal Kimdir?

    1972 yılında Geyve ilçesi, Ali Fuat Paşa kasabasında doğdum.

    Cumhuriyet İlkokulu ve Ali Fuat Paşa Ortaokuluna gittim. İstanbul’da, Çamlıca Kız Lisesi’nin ardından İstanbul üniversitesi İngilizce İşletme Fakültesinde okudum. Başörtü yasağı kalktıktan sonra aynı alanda mastır yaptım.

    Şu an İstanbul’da gönüllü olarak bir dernekte sosyal sorumluluk faaliyetlerinde çalışıyorum.

    Evli ve iki kız çocuğu annesiyim.

    Ülkemizin zor günlerden geçtiği şu dönemde Sakarya’mızın kardeşlik, birlik ruhunun, bir arada yaşama kültürünün şehrimizi tanımayanlara da örnek olması arzusuyla kaleme alınmış;

      Fatma Bal’ın ilk yazısı

    SUYU DA BOL İNSAN’IDA !

    Sakarya, benim canım memleketim. Hani, Necip Fazıl demiş ya; “ İstanbul benim canım, vatanım da vatanım…” Benim için de Sakarya öyle… Hem şair bir tek İstanbul’a değil ki, memleketime adını veren nehrine de methiyeler düzmüş, şiir değil destan yazmış.

    Hatırlamayanınız yoktur değil mi bu muhteşem şiiri!

    “İnsan bu; su misali kıvrım kıvrım akar ya;
    Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya…”

    Bıraksalar sonuna kadar okurum bu şiiri, bıkmam, usanmam. Öyle bir şiir ki bu; ne okumaktan bıkarsınız, ne dinlemekten. Su gibi… Akar gider nefesinizden… Ruhunuzu kuşatır, sarıp sarmalar…

    İnsan doğunca annesiyle göbek bağı kesiliyor da, doğduğu yerle göbek bağı kesilmiyor sanki. Öyle olmasaydı, insan doğduğu yere böylesine bağlı olur muydu, taşını, toprağını, havasını, suyunu gönlünden çıkarıp atmaz mıydı?

    Atamadığım için suyu bile gönlümde, kasabamızın içinden salına salına akan Sakarya nehri gönlümün en derin yerinde.

    Sakarya nehrinin suladığı ovalarda ne meyveler yetişir, ne bolluk bereket vardır bir bilseniz… Elmanın, şeftalinin, kirazın, eriğin hele ayvasının tadına doyamazsınız. “Geyve ayvası” dediniz mi akan sular durur. Ya üzüm bağları… Bağ bozumları… Oturduğunuz yerden, kalkmadan bile üzüm toplayabilirsiniz. Öylesine doludur ki dallar, çocukluğum birçok meyveyi dalından yemekle geçmiştir, pazardan meyve alındığını İstanbul’da öğrenmişimdir.

    Rabbim bu kadar nimet verir de insanlar gelmez mi! Tarih boyunca insanlar su kenarlarını tercih etmişler, medeniyetler kurmuşlar. Hele ki tercih ettikleri bir yer var ki; içinden hem nehir geçer, hem Karadeniz’e kıyısı vardır, hem de Sapanca gölüne ev sahipliği yapar. Daha ne olsun, göç almaz mı suyu bu kadar bol bir şehir. Almış da nitekim… Suyu da bol, insanı da bol Sakarya’m.

    Göçle gelen hiçbirimiz azınlık değildik orda, çünkü her birimiz misafirdik, kimse ev sahipliğine soyunmamıştı. Bu yüzden de “Öteki” yoktu, hepimiz birdik.

    Kimdik biz? Sanırsınız koca Türkiye ya da Osmanlı mı demeliydim, tek bir şehirde toplanmış. Hepsi yan yana, omuz omuza, kardeşçe bir yığın halk…

    Manavlar, Lazlar, Gürcüler, Abazalar, Çerkezler, Boşnaklar, Muhacirler, Kürtler, Pomaklar, Arnavutlar, Tatarlar, Romanlar. Şimdilik aklıma gelenler.

    Tarih kayıtlarına göre Manavlar ev sahibiymiş, yerli halkmış, ilk gelenlermiş ama olsun, ha ilk ha son bir aradaydık işte… Sütçü Ahmet amca Manav, kasap İrfan amca Gürcü, fırıncı Hasan amca Laz’dı. Kim kimdir bilirdik, herkes tanırdı birbirini. Herkes selam verirdi birbirine. Bir arada yaşamanın kültürünün kitabını yazsa yazardı bu insanlar. Öylesine samimiydiler, öylesine dostane. “ Ev alma, komşu al. ” lafı onlar için söylenmişti sanki. Onlar komşuydu da, eşleri değil mi! Tüm gün tarlada bahçede çalışır, akşamüzeri buluşurlardı kapı önlerinde. Sanmayın ki mesaileri bitmiş, birinin elinde gelinlik kızı için işlenen dantel, birinin elinde etamin seccadesi, bir diğeri komşunun yeni doğmuş torununa patik örer. Bir yandan da; bir muhabbet, bir muhabbet…

    Kasabada olan biten her şeyi onlardan dinleyin. Bunca işin gücün arasında nasıl da her şeyden haberdar olurlar bilmem. Dedikodu değil onların ki, hasbihal.

    Ana babaları böyle olur da çocukları uzak durur mu birbirinden! Sabah akşam beraberler. Okulda zaten bir aradalar. İlkokulda hepimiz aynı sınıftaydık. Herkes kendi şivesiyle konuşurdu Türkçeyi. Konuşmaya başlar başlamaz anlardık kimlerden olduğunu. Ne konuşan gocunurdu, ne dinleyen…

    Bunca halk bir araya gelir de bin bir çeşit yemekler pişmez mi mutfaklarda, doyurulmaz mı bebeler. Eli kınalı kadınlar göstermez mi maharetini. Anadolu kadını Onlar. Mutfakları zenginleştiren, bereketlendiren Onlar. Bir rivayete göre; Sakarya’ya özgü 900 çeşit yemek tarifi varmış. Göç eden halkların geldikleri coğrafyaları göz önünde bulundurduğunuzda buna hiç şaşmamak gerektiğini siz de anlamışsınızdır. Bir ucu Balkanlar’da, bir ucu Kafkasya’da…

    Laz böreği, karalahana sarması, mıhlama, karalahana çorbası, yaprak sarması, keşkek, kabak tatlısı, ıslama köfte, Boşnak böreği, gözleme, Çerkez tavuğu, Arnavut ciğeri… Daha neler neler…900 çeşidi burada saymak olmaz.

    Üzüm yaprağından sarma yapıldığını manav komşumuz ikram etmeseydi nerden bilecektim, her daim evinde karalahana sarması pişen bir Laz çocuğu olarak. Boşnak komşularımız olmasaydı, Boşnak böreğinin lezzetiyle nasıl tanışacaktım. Hele kabak tatlısı… Kabağın en lezizi yetişir bu topraklarda. Parmaklarınızı yersiniz. Keşkek mi yiyeceksiniz. Çıkın Taraklı köyüne, zaman tüneline girmişsiniz de, Osmanlı zamanında yaşıyor sanırsınız kendinizi. Tarihi konakların çevrelediği meydanda bir de keşkek yerseniz… Bir de bir köy düğününe rast gelirseniz. Daha ne istersiniz… Değmeyin keyfinize…

    Yolunuz Sakarya’ya düşünce elbet ağız tadınıza uygun bir mutfak bulacaksınız diye düşünüyorum, çünkü sizin dedeleriniz nineleriniz de buradaki halklardan biri. Laz değilseniz, Manavsınız, o da değilse Gürcü. O da değilse siz söyleyin hangisi. Ama mutlaka birisi… Yolunuz düşmese de düşürün, pişman olmazsınız.

    Hani Necip Fazıl şiirin devamında diyor ya:

    “Rabbim isterse sular büklüm büklüm burulur
    Sırtına Sakarya’nın Türk Tarihi vurulur…”
    Vurulmuş mu? Vurulmuş…

    Sakarya 1921’de Yunan işgaline uğramış. Tüm halk elbirliği etmiş, yardım etmiş askerlere vatanını savunmak için. Canını dişine takmış savunmuş, yaylarında gezindiği, pınarlarından suyunu içtiği, ovalarından türlü türlü nimetlerle beslendiği toprağını. Sakarya’nın erine de bu yakışırdı. Yakışanı yapmışlar, topraklarını kimselere bırakmamışlar.
    Babaannem ne çok anlatırdı o yılları. Başında beyaz başörtüsü, gözlerinde hüzün, derin bir iç çekiş. Savaşa katılan, şehit düşen yakınlarına duyulan özlem. Ah, bileydim bilginin kıymetini de kulaklarımı dört açıp dinleseydim. Ah çocukluk! Masal gibi gelirdi anlatılanlar da, bir kulağımızdan girer öbüründen çıkardı. İlk ağızdan, yaşanmışlıklar dolu tarihi can kulağıyla dinleseydim ya…

    Çocukluğum; içinden Sakarya nehrinin geçtiği, nehri de 2. Bayezid tarafından yaptırılan muhteşem bir köprünün süslediği küçük bir kasabada geçti. Nehir kraliçeyse, köprü de tacıydı. Nehri krala değil de kraliçeye benzetmem boşa değil. Çünkü kasabamın bağlı olduğu ilçe adını Yunan kraliçesinden almış.

    Siz bakmayın kasabama küçük dediğime… Sakarya Savaşının ilk cephesiymiş. Anlı şanlı tarih yazılmış nehrin kıyısındaki kasabamda. Komutanın adıyla anılır kasabam. İsim babasıdır Kurtuluş Savaşının büyük komutanlarından olan Paşa. Mezarı da oradadır.

    Tarihi zengin, coğrafyası engin Sakarya’mın asıl zenginliği insanıdır, yukarıda da anlattığım gibi. Hangi şehre giderseniz gidin elbet tarihi bir binaya, köprüye, hana, hamama rastlarsınız. Ama bunca insan zenginliğini başka hiçbir yerde bulamazsınız. Budur asıl Sakarya’yı zengin yapan. Görülecek, yaşanacak yer yapan. Elbet vurulursunuz dağına taşına, ırmağına, suyuna. Daldaki elmaya, kiraza, ayvaların Şahına… Yeşili başınızı döndürür, havası ruhunuzu savurur. Evliya Çelebi “ ağaç denizi” demiş Sakarya’ya. Ne de güzel demiş…

    Hepsi bir tarafa, asıl sizi kucaklayanın insanı olduğunu anlarsınız, hiç biri öteki olmayan, hepsi bizden, sizden olan güzel insanı. Gidin, kucaklaşın. İhtiyacımız olan da bu değil mi zaten!

    Fatma BAL

    Yayınlama: 13.10.2015
    Düzenleme: 15.10.2015 22:18
    777
    A+
    A-
    Bir Yorum Yazın

    Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

    Henüz yorum yapılmamış.