Geyve’nin Ayvası, Karasu’nun Fındığı !

Fatma Dişli kimdir? 1972 yılında Sakarya ili, Geyve ilçesi, Alifuatpaşa kasabasında doğmuştur. Cumhuriyet ilkokulu ve ardından Alifuatpaşa ortaokuluna gitmiştir. İstanbul’da Çamlıca kız lisesi, sonrasında İstanbul üniversitesi, İngilizce İşletme fakültesini bitirmiştir. 2013 yılında İngilizce işletme yüksek lisansı yapmıştır. Halen İstanbul’da, Hazar Eğitim kültür ve Dayanışma Derneğinde gönüllü olarak,sosyal sorumluluk faaliyetlerinde çalışmaktadır. İki kız çocuğu annesidir. e-mail:[email protected]

    GEYVENİN AYVASI, KARASUNUN FINDIĞI

    Tüm çocukluğumu geçirdiğim Geyve’den, Alifuatpaşa’dan Ağustos ayında 15 gün uzak kalırdım. Ağustos ayı demek, fındık zamanı demekti. Karasu’nun yolunu tutmak demekti. Sizin anlayacağınız, babam güneyden, annem kuzeyden… Karasu, kasabamdan nazlı nazlı geçen Sakarya nehrinin Karadeniz’in hırçın dalgalarıyla buluştuğu yer…

    Geyve’nin sapsarı ayvası, damak çatlatan kıpkırmızı kirazı, yemeye doyamadığım şeftalisi, yeşil eriği, kırmızı, sarı elması, dallardan sarkan üzümü ve daha birçok renkte, çeşitte,tatta ve lezzette meyvesinden sonra Karasu’nun fındık ağaçlarıyla donanmış yeşil görüntüsü bana çok farklı gelmişti, ilk zamanlar.

    Dağ taş, dere tepe fındıktı. Her yer yemyeşildi. Aşağıda da masmavi Karadeniz… Meyve ağacı sorarsanız, ya bahçenin köşesinde yabani bir armut ya da elma ağacı, ya Trabzon hurması ya da çardağa sarılı siyah kokulu üzüm… Bir de tepeliklerde tadına doyulmaz dağ çilekleri ve yol kenarlarındaki böğürtlenler… Geyve’de ki gibi meyve bahçeleri yoktu orada. Karasu halkının geneli Karadeniz bölgesinden göç edenler olduğu için,  biraz toprağı olan ya fındık ya da mısır ekmişti.

    Fındık bahçesine ilk, beş altı yaşlarında teyzemle beraber gittim. Küçük teyzem beni yanına alır, fındık toplar, bir taraftan da canım sıkılmasın diye bana Keloğlan masalları anlatırdı. Fındık ocağının başında dört kişiymişiz gibi hissederdim. Teyzem, ben, Keloğlan ve padişahın dünyalar güzeli kızı…

    Toprakla uğraşmak, çiftçilik o kadar meşakkatli, o kadar emeğe, alın terine dayalı bir iş ki… Ne yazı var, ne kışı! Bunu Sakaryalılar çok iyi bilir. Parmaklarınızın donduğu, evlerin saçaklarından buz sarkıtların sarktığı havada, Geyve’de tarladan ıspanak da sökersiniz, kavurucu Ağustos sıcağında, Karasu’da bahçede fındık da toplarsınız… Neden? Rızkınızı helal yoldan, emeğinizle kazanmak için, çoluk çocuğunuza helal lokma yedirmek için…

    Bir tek Sakaryalılar mı? Çocukluğumda, kendi yöremden olmayan, ilk tanıştığım insanlar Güneydoğululardı. Fındık zamanı geldi mi çoluk çocuk, büyük küçük toplaşır, fındık toplamak için, para kazanmak için, trenle Adapazarı’na, oradan Karasu’ya gelirlerdi. Başlarında “çavuş” denilen kişi, yevmiye usulü rızıkları için ter dökerlerdi. Beraberlerinde yatak yorganları, kap çanakları olurdu. Beşikteki bebelerini bile getirirlerdi. Fındık bahçelerinde büyürdü o çocuklar, annelerinin etekleri dibinde…

    Fındık toplamak sabır işi… Çocuklara da sabrı da öğretir aynı zamanda. Tenekenin dolmasını beklemek kolay iş değil! Doğrusu ben bu konuda hiç başarılı değildim. Tenekemi annem kadar hızlı dolduramayınca hemen pes ederdim. Annem de kendi tenekesinden bana fındık boşaltırdı. Ben de sahte başarımla övünürdüm. Annemden yevmiye alabilmem için tenekemin dolması şarttı. O kadar da olsun ama… Karasu’nun yollarında çektiğim eziyetten sonra bu ne ki!

    Sigara içilen otobüsler, beni hasta eden virajlı yollar, başa geçen kızgın güneşin ötesinde öyle bir şey vardı ki Karasu’da, bir daha gitmeyeceğim diye yeminler ettiğim halde, ertesi sene yine giderdim. Her sabah, rahmetli ananemin geceden mayaladığı ekmeğin mis gibi kokusuyla uyanırdım. Bakkaldan hiç ekmek almaz, yaz kış kuzine sobasının fırınında ekmeğini kendi pişirirdi.

    Ekmeğin yanında, gözü gibi baktığı ineklerinin sütünden yaptığı, yemeye doyamadığımız mis gibi tereyağı, peynir ve tarlasından topladığı dağ çilekleriyle yapılmış çilek reçeli olurdu. Bahçesine kendi elleriyle diktiği ıhlamur ağacından topladığı ıhlamur, yaz kış kuzinenin üzerinde demlikte kaynardı.Sizin anlayacağınız, şehirlilerin diliyle her şey “organik”.

    Mis gibi ekmek kokusuna ıhlamurun enfes kokusu karışırdı. Akşamları da sobanın üzerinde fındık kavururdu. Kavrulmuş fındığın kokusu, tadı hem eve hem damaklarımıza yayılırdı. Gidiş ve dönüş yolunda iki gün hasta yatmama rağmen, sadece bu kokular için yeminimi bozardım her Ağustos.

    Ananem rahmetli olunca bu kokular da gitti onunla beraber. Bu yaşıma geldim, hala ne zaman lezzetli bir ekmek yesem,“Ananemin ekmeğine benziyor.” derim. Tadı hafızama kazınmış. Size emeği olan insanların hafızanızdan silinmesi mümkün değildir ki… Bir tatta, bir kokuda, hemen geliverir aklınıza, hemen bulursunuz onu. Yüreğinize sevgisi düşer, göçtüyse bu âlemden bir Fatiha okursunuz ardından.

    Ananem de babaannem gibi benim için çok kıymetliydi. Elden ayaktan düşene kadar fındık bahçelerinden çıkmadı ananem. Gece gündüz çalıştı.İki lokma daha fazla yiyelim diye başımızda beklerdi.Sabah sağdığı ineğin taze sütünü içelim de sağlıklı büyüyelim diye yalvarırdı bize.Evet, babaannemle büyüdüm, annem gibiydi, ananemi daha az gördüm. Yılda 15 gün topu topu. Ama bu demek değil ki, emeği az, sevgisi az yüreğimde.

    Emek nitelikte saklı, nicelikte değil ki! Her ikisi de farklı emekler verdi bana. Geyve’nin ayvası babaannem demek, Karasu’nun fındığı ananem… Allah mekânlarını cennet etsin inşallah. Güneyin ve kuzeyin cefakâr kadınları, toprak kokulu kadınları…

    FATMA DİŞLİ BAL

    YAZIYI, YAZARIN KENDİ SESİNDEN DİNLEYİNİZ

     

    Yayınlama: 31.07.2017
    Düzenleme: 05.08.2017 20:13
    1.599
    A+
    A-
    Bir Yorum Yazın

    Ziyaretçi Yorumları - 3 Yorum
    1. Bu kalem öyle güzel yazıyor, öyle güzel anlatıyor ki… Bazen gülücük yerleşiyor yüzümüze bazen bir hüzün bulutu oturuveriyor,ama hiç yormadan, alıp götürerek okutuyor kendini ve kitaplaşmayı çoktan hak ettiğini haykırıyor. İnşaallah yakında bu yazıların hepsini kitap olarak da görürüz.

    2. Bu kalem öyle güzel yazıyor, öyle güzel anlatıyor ki… Bazen gülücük yerleşiyor yüzümüze bazen bir hüzün bulutu oturuveriyor,ama hiç yormadan, alıp götürerek okutuyor kendini ve kitaplaşmayı çoktan hak ettiğini haykırıyor. İnşaallah yakında bu yazıların hepsini kitap olarak da görürüz.

    3. Çok teşekkür ederim İbrahim Hocam. Desteğiniz bana güven ve güç verdi her zaman. Yaşamış olduğumuz mekanları anlatırken sadece mekan olarak anlatır, içindeki yaşanmışlıkları, insanını, hissedilen duyguları anlatmazsak eksik kalır, düşüncesinde olduğum için yazılarımda sizin de söylediğiniz gibi bazen mizah, bazen hüzün var. Hayatı anlatan bu iki cümleyi çok güzel özetlemişsiniz. Kitaplaşması benim de hayalim. İnşallah…