Hasretin bittiği gün

İrfan Özdilek Nişancık kimdir? 20 Ocak 1963 yılında Adapazarı Serdivan'da doğan Nişancık, ilk ve ortaokulu Mithatpaşa Okulu'nda, liseyi Adapazarı Endüstri Meslek Lisesi'nde okudu.İrfan Özdilek Nişancık, İ.T.Ü. Sakarya Meslek Yüksek Okulu İnşaat Bölümü'nden mezun olduktan sonra, 1984 yılında Adapazarı Belediyesi'nde memuriyete başladı.23 Ocak 2013 tarihinde Sakarya İl Özel İdaresi'nden emekli olan Nişancık, 1985 yılından beri Sakarya Yerel Tarihi üzerine araştırmalar yapıyor.

     Hasretin bittiği gün

    Balkan Savaşı sırasında Selanik’in sınırlarımız dışında kalması üzerine Zübeyde Hanım İstanbul’a gelmişti. Ancak işgal kuvvetleri tarafından yapılan baskınlardan çok etkilenmiş ve hastalığı bu dönemlerde nüksetmişti. Atatürk’ün Milli Mücadele için Samsun’a çıkması ile aralarındaki özlem uzun süre devam edecek ve annesi ile bu özlem üç yıl sonra “O UNUTULMAZ ÇARŞAMBA” günü Adapazarı’nda son bulacaktı

    20130616163554_3333

     Hasretin bittiği gün

    14 Haziran 1922 ÇARŞAMBA

     Eşinin beklenmedik ve ani vefatı onu son derece fazlası ile üzmüştü. Artık tek erkeği vardı; “O da oğlu”. Ama oğlu da “Vatan diyordu, özgürlük diyordu, hürriyet diyordu, istiklal diyordu” ve onun korkularının büyümesine neden oluyordu. Kimi zaman yanında oluyor kimi zamanda evden çıkmadan ona uyarılarda bulunuyordu ve diyordu ki “Evladım siz acemisiniz. Mademki böyle şeylerle uğraşıyorsunuz. Beni yaptığınız işlerden haberdar ediniz. Çok dikkat etmelisiniz. Gizli şeylerinizi bana veriniz. Yegâne erkek evladım sensin.”. Eşi onu hayatta yalnız bıraktığı gün 27 yaşında idi ve evlatları ile birlikte idame ettirdiği Rapla Çiftliği’nde geçirdiği günlerinde tek ideali vardı, o da “evlatlarına iyi bir eğitim sağlamak”. Tek erkek evladı 30 yaşında iken Balkan Harbi patladı ve o yaşadığı şehirde yalnızdı. Tedirgin günler geçiriyordu, eşi öleli de 23 yıl oluyordu. Oğlu 1895 yılında Askeri Rüştiyeyi 1899 yılında Askeri İdadi’yi 1902’de de İstanbul’da Harbiye’yi bitirdi. 11 Ocak 1905’de de Harp Akademisi’ni 1905’te “kurmay yüzbaşı” rütbesiyle tamamladı  

     

    Aynı rütbe ile iki yıl Şam’da 5. Ordu emrinde görev yaptı. 1907’de kurmaylık aldı ve Kolağası oldu. 19 Nisan 1909’da İstanbul’a giren Hareket Ordusu’nda Kurmay Başkanı “O”nun oğlu idi. 1910 yılında Fransa’ya gönderildi. Fransa’da askeri tecrübeler edinmeye başladı, biricik evladı. Orada ünlü “Picardie Manevraları”na katıldı. 1911 yılında İtalyanların Trablusgarp’a hücumu ile başlayan savaşta, kendi evladı gibi idealist bir grup aynı birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı ve 22 Aralık 1911’de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşını kazandı ardından da 6 Mart 1912’de Derne Komutanı oldu. Bir anne için bundan büyük ne mutluluk olabilirdi ki. Ekim 1912’de Balkan Savaşı başlayınca evladı Gelibolu ve Bolayır’daki birlikler ile savaşa katıldı. Ama Balkan Savaşı sırasında Selanik’in sınırlarımız dışında kalması üzerine İstanbul’a gelmişti. Ancak işgal kuvvetleri tarafından yapılan baskınlardan çok etkilenmiş ve hastalığı bu dönemlerde nüksetmeye başlamıştı. Oğlunun Dimetoka ve Edirne’nin geri alınışında gösterdiği başarı ve büyük hizmetler O’nu mutlu ediyordu.  1914’de yarbay oldu iki yıl sonra da başlayan I. Dünya Savaşı sonucu evladına hasreti ve hasret içinde geçirdiği günleri daha da dolu-dolu yaşamaya başladı.  Ama bu hasret ve hasret dolu günler, aylar, yıllar evladının Çanakkale’de bir kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine “Çanakkale geçilmez! ” dedirtmesinin dünyaya yayılması haberi ile tarifsiz bir gurura dönüştü ardından “albay” rütbesini alan evladı 9-10 Ağustos’ta Anafartalar Zaferi’ni kazandı.

     

    Bu zaferi 17 Ağustos’ta Kireçtepe, 21 Ağustos’ta II. Anafartalar Zaferleri takip etti. Çanakkale Savaşlarında askerlerine “Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!” emri cephenin ve sonrasında ülkesinin kaderini değiştiren emir oluyordu. 1 Nisan 1916’da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle savaşarak Muş ve Bitlis’in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep’teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917’de İstanbul’a geldi. Payitaht’ın veliahdı ile Almanya’ya giderek Alman Cephesi’de incelemelerde bulundu. Bu arada evladının, yaşama gayesinin “hastalandığını öğrendi”.

     

    Artık yaşlanmaya başlamıştı, 56 yaşındaydı ve hastalığı günbe gün ilerliyordu. Sonra oğlunun aldığı ani bir karar ile Viyana ve Karisbad’a giderek tedavi olduğunu öğrendi.

     

    Oğlu ile Mondros Mütarekesi’nden sonra İtilaf Devletleri’nin Osmanlı ordularını işgale başlamalarından kısa bir süre önce “görüşme fırsatı buldu”. Bir gün oğlunun 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığını öğrendi. Ardından “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını ” ilan edip Sivas Kongresi’ni toplantıya çağırdığını, 23 Temmuz – 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 – 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi’ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesinin “yol haritası”nı çizdiğini haber aldı. 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış olduğunu kurulan Meclis’in ve Hükümet Başkanlığı’na oğlunun seçildiğini duydu, ağladı, gözyaşları için “mutluluktan ağlıyorum” diyerek tanımladı. 

     

    Sonrasını tarihin yazılı kaynaklarından aktaralım istedim. Ancak o annenin Zübeyde Hanım ve o evladın Mustafa Kemal Atatürk olduğunu söylemek isterim. Bakın sonrası nasıl gelişiyor. “Mustafa Kemal Paşa’nın 11-24 Haziran 1922 tarihleri arasında yaptığı gezinin pek çok amacı vardı. Yunan Hükümeti Anadolu Harekâtını yöneten General Papulas’ın yerine General Hacı Anesti’yi atamış, anılan general 5 Haziran 1922’de İzmir’e gelerek göreve başlamıştı. Yeni başkomutan Trakya’da bulunan birliği 6. Tümeni Kocaeli’ye getirerek buradan desteğine koyduğu diğer kuvvetleri ile birlikte Eskişehir istikametinde taarruz harekâtı geliştirmeyi düşünüyordu. Bu bağlamda olarak General Hacı Anesti, 10 Haziran 1922 tarihinden beri Uşak civarındaki birliklerini denetlemeye başlamıştı. Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa yanında Milli Müdafaa Vekili Kazım Paşa olduğu halde Ankara’dan dışarıda bir tren istasyonun da Kazım Paşa ve Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ile Büyük Taarruz’un yapılacağı tarih hakkında görüşmeler yapmıştı. Yapılan görüşmede “Büyük Taarruz”un Ağustos sonunda yapılmasına karar verildikten sonra Başkumandan Adapazarı’na hareket etmişti. Kazım ve İsmet Paşalar kendisinden ayrılmış, Batı Cephesi Karargâhı’na gitmişlerdi. Başkumandan Adapazarı’ndaki İmalatı Harbiye Fabrikası ile Kocaeli Grubu’nun denetlemesini yapmak üzere yoluna devam etmişti.” İşte üç yıllık hasretin biteceği gün gelip çatmıştı bile. Tarih 14 Haziran 1922’yi gösteriyordu ve günlerden Çarşamba idi. Bugün “Atatürk Müzesi” olarak kullanılan binada görüşme sağlandığında Anne Zübeyde Hanım’ın yanında kardeşi Makbule Hanım’da vardı.

     

    Görüşmenin yapıldığı ahşap bina Balkan Savaşı’nın başladığı 1911 yılında dönemin Adapazarı Askerlik Şubesi Başkanı Binbaşı Baha Bey tarafından zemin katla birlikte üç katlı olarak yaptırılmış, inşaatı iki yıl içinde biten bina 1915 yılında Atatürk’ün yakın arkadaşı Milletvekili Hasan Cavit Bey tarafından satın alınmıştır. Adapazarı’nı ziyaret eden Mustafa Kemal Atatürk 14-16 Haziran 1922 tarihleri arasında iki gün Annesi ve Kız kardeşi ile birlikte bu evde misafir kalmıştır. Adapazarı’nda meydana gelen 1967 Depremi’nde büyük ölçüde hasar gören bina sivil mimarlık örneği olarak 1983 yılında tescil edilerek Kültür Bakanlığı tarafından kamulaştırılıp, dış görünümü aslına uygun bir şekilde, içte ise tamamen değişikliğe uğratılıp müze olarak inşa edilmiştir.

    Hiç kuşkusuz Mustafa Kemal Atatürk’ün vatanından sonra en çok sevdiği annesi Zübeyde Hanım’dır. Atatürk’ün, annesi Zübeyde Hanım’a duyduğu derin sevgi tüm ömrü boyunca devam etmiştir. Bu sevginin en önemli nedenlerinden biri, Mustafa Kemal’in çok küçük yaşta babasız kalması ve bu süreçte Zübeyde Hanım’ın büyük fedakârlıklar göstermesidir. Annesine minnet duyan oğul, o yüce anaya hiçbir zaman saygıda kusur etmemiştir. Ana oğul arasındaki saygı ve sevginin boyutlarını ziyaretlerden birinde Mustafa Kemal’in yaverlerinden Cevat Abbas şöyle gözlemlemiştir: “… Atatürk anasının mübarek elini saygıyla öperdi. Sonra anasının karşısında o büyük adam küçülür, Mustafa hatta Mustafacık olurdu. Konuşmaları, latifeleri pek içten kaynayan taşkın sevgilerin yansımaları idi. Çankaya’da bu ana oğul görüşmelerinin birinde… Atatürk annesinin elini öptü. Bayan Zübeyde oğluna elini uzatırken coşkun sevgisinin gözlerinde toplanan bütün ifadesiyle Atatürk’ü bağrına basmak istiyordu. Onu kucakladıktan sonra aziz Türk milletine eşsiz bir halaskar kahraman veren ana olmak itibariyle gururlanmalı idi. Fakat öyle olmadı. Bahtiyarlığı, gülen ve şirin yüzünden okunurken o büyük Türk anası kolları arasından uzaklaşan ciğerparesinin ellerine sarıldı. Atatürk: ‘Ne yapıyorsun anne?’ dedi, elini çekmek istedi. Bayan Zübeyde sükûnetle ve kati bir ciddiyetle, ‘Ben senin ananım, sen benim elimi öpmekle bana karşı olan vazifeni yapıyorsun, fakat sen vatanı ve milleti kurtaran bir devlet reisisin. Ben de bu aziz milletin bir ferdiyim ve onun tebaasıyım. Elini öpebilirim”’ cevabını verdi. Düşünebiliyor musunuz, bir ana ki oğlunun elini öpmek ister ve bir oğul ki yapıp ettikleriyle anasını bu kadar mutlu eder.

    Yayınlama: 14.06.2013
    Düzenleme: 17.06.2013 14:47
    802
    A+
    A-
    Bir Yorum Yazın

    Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

    Henüz yorum yapılmamış.